loading...
İstanbul’da oksijen deposu Polonezköy.
Hafta sonu için “nereye gidelim” dersen kendim ve ailem için aklımdan sadece ormanlık dağlık açık mekan seçenekleri geçiyor. Böyle yerlerde özgür hissediyorum; yürüyor, tırmanıyor, efor sarfediyor ve enerjimin farkına vararak kızımdan daha meraklı gözlerle her detayın içine giriyorum. Doğa ve doğal olacak gittiğim yerler. Mesela gökyüzünü sadece dalların kapatmasına izin verilmeli ve en çok yeşil renk olmalı. Bizler kaşifiz diyen kızımın hayal dünyasında yer almak ta çok iyi geliyor.
İşte o sihirli soru geliyor nereye gidelim? Uzun zamandır adından dolayı merak ediyordum Polonezköy’ü. İstanbul’a yakın, ormana komşu, kıvrılan yolu boydan boya kucaklar gibi çevrelemiş ağaçlar sayesinde seyre doyulmaz güzellikte. Tavsiye üzerine köyün girişine bıraktık arabamızı, gerçekten içerisi yoğun. Girişte orjinal evin çevresine düzenlenmiş bir tık yapay görünümlü bir restoranı tercih ettik. Dokusuyla keyifli bir mekandı. Köylü Salatası’ndaki baharat/ot kaynaklı aromaya bayıldık. Fakat çok daha lezzetli et yemişliğim vardı.
Köye yürürken yol boyunca akan arabalara dikkat etmek gerek. Yanımda pinpon topu kılıklı küçükler olunca hareket halindeki arabadan hoşlanmıyorum. Köy girişinde sağda ahşap heykel sergisini gezdik, keşke daha büyük olsaydı… Kibar ablaların ilgilendiği takı tezgahları küçük büyük her kadını cezbediyor tabi ki, sadece bakıyoruz demek bile birkaç dakika. Ama çok eğlenceli. Kuzucuğumun seçtikerini takıp takıştırırdık hemen. “Annecim kendine ne alıyorsan aynısından bana da al tamam mı”…
Merkez meydanda neyin nerede olduğunu gösteren tabelaya bakarak soldan aşağı inen yoldan 4.8 km lik yürüyüş parkuruna doğru ilerledik. Yol üstünde Cam Müzesi’ne uğrayın bahçede mola vermek haricinde tezgahta hatıralık şirin çalışmalara da bakabilirsiniz , özellikle sergi binasında ciddi çeşit vardı fakat kapalı olduğundan yüzümü pencereye dayayıp sadece göz atabildim.
Yol boyunca arabalar vb konulardan gerginleşmiştik. Biz kızım kenara dedikçe yola yuvarlanır gibi ilerleyen kuzumla seslerimiz yükselmeye başlamıştı ki yürüyüş parkurunun girişinde doğanın sakinliği bize huzurunu yansıttı. Bir anda gevşedik, dikkatimizi etrafa yöneltmeye ve ahlat ağacıyla dokunun kokularından mest olmaya başladık. Eşim de bende kızım yaşlarındaki halimizle büyüdüğümüz yerlerde yürüyor gibiydik. Parkurun girişinde biraz dik ve hatta doğal olduğu için neredeyse bozuk yolda sık sık kayınca düşmekten biraz endişelendik. Aslında endişelendikçe kaydık desem isabet olur. Spor ayakkabılarımı getirip giymeyi unutunca ayağımdakilerle ilerledim. Neyse ki doğal parkur kısa süre içinde kolay ilerlenir şekilde düzeliyor.
Sık sık gittiğimiz Belgrad Ormanı’ndan birkaç fark dikkatimizi çekti. Öncelikle orman kalın gövdelerden farklı fışkırır gibi göğe yükselen güçlü dallı ağaçlardan oluşuyor. Yol sadece bisiklet/yürüyüş amaçlı açıldığından doğal haliyle, zeminde kaplama yok ve sık sık orman sevgisini hatırlatıcı mesajlı tabelalar çıkıyor karşınıza. Havası insanı yormayacak nitelikte temiz ve uygun nem oranına sahipti. Yolun başında “biraz ilerleyince kucak yok ona göre” anlaşması yaptığımız kuzumuz tüm yolu keyifle ve hiç şikayet etmeden yürüdü.
Ormanı Bekçi Değil Sevgi Korur
Ormansız Yurt Vatan Değildir
Karaca Çıkabilir (gerçekten ayrı bir noktada karaca yetiştirme merkezi var ve belirli zamanlarda kontrollü olarak salınıyormuş.)
Gibi tabelalar sık sık önümüze çıkarken zaten bilinen şeylerin böylesine tekrar ihtiyacının olması azıcık içini burkuyor insanın. Karaca görürmüyüm diye pür dikkat baksam da bilgisayar monitöründen yorulan gözlerim bayram etti.
Ahşap köprülerden geçtik, minik bir hendekte atlama egzersizleri yaptık, ricasını kıramayıp ormandan dal parçasını hatıra aldık ve sunduğu her şey için teşekkürlerimizi iletip parkurdan çıktık.
Köyün girişindeki Meryem Ana Kilise’sini ziyaret ettik. Tüm özel mekanlarda nasıl davranmasını gerektiğini yaşayarak öğrenmesine gayret ettiğimiz kuzunun fıs fıs konuşarak anlatımlarına güldük. Aklıma Edirne ve Afyon’daki çok özel camilerin ziyaretlerindeki halleri geldi. Çocuklar çok zeki ve öngörülü tatlılar. Heybetli yapı karşısındaki şaşkınlıklarına ve uyum sağlama çabalarına hayranım.
Tekrar köyün içine yürüyüp kahve içecek şirin bir mekan aradık. Öcelikle sakin kalabalık olmayan yerel işletmeleri taradı gözlerimiz. Girişte kendisi ve abisi doğunca ekilen 60 yılın üstündeki heybetli iki ağacın karşıladığı Miro’s Restaurant Café’yi tercih ettik. Bu ağaç ekme törenine hem çok imreniyorum hem de büyük saygı duyuyorum. Doğaya ve çocuğa verilen en değerli hediye. Beyaz duvarlarda çiçek açmış gibi görünen parlak mavi renkten ahşap çerçeveli evde doğup büyüdüğünü anlatıyor muhabeti tatlı amca. Birbirini takip eden paylaşımlar ve doğal ortamın dinginliğiyle orada saatlerce vakit geçirdik. Fantastik görünümlü ovaya doğru gözlerimizi kapatıp kulaklarımızı açtık. Bizim kulaklarla birlikte kuzunun da çenesi açıldı. Aslında çok mutlu olduğu için böyleydi. Sürekli konuşunca hafif vurgulu tonda gözlerini kapatmasını söylediğim de ‘kapatıyoruuum’ dedi ama baktım ki gerçekten tekini kapatıyor fakat diğer tekini aralık bırakıyor. Hamakta sallandık, mangal yapmak için heveslendik, amca ve ablayla teşekkür edip oradan ayrıldık. Evet pırıl pırıl çevre düzenlemesi, aydınlatmalar, dekorlar, bol çeşit fiks menü olan ilgi çekici mekanlar var, onları da denemek keyifli olacaktır fakat bizler fırsat buldukça çocukluğumuzu hatırlatan doğal ortamları tercih etmeye çalışıyoruz. Daha az makyajlı olanı yani.
Çocuk oyun alanları, kahvaltı, yemek, gitmişken kalayım sabah temiz havaya uyanayım derseniz güzel seçenekler görünüyor.
Dönüşte yol kenarındaki sebze meyve satan yerlere uğradık ve temiz havanın, yürümenin minik keşiflerin verdiği hazla dingin vaziyette evimize döndük.
Yolda bugün yapmaktan hoşlandığım 3 şey oyununu oynadık.
Tahmin ettiğim gibi kuzucum; hendekten atlamayı, küçük su birikintisine taş atmayı ve hamakta sallanmayı sıraladı.
Bu arada köy dediysek tahmin edersiniz ki köyle alakası yok. Çok keyfli tasarlanmış farklı evler, bol yeşillikli tatil beldesi havasında.
Kendime notlar: Yöresel danslarla şenlendirilen Polonezköy Kiraz Festivali tarihi de takip edilecek, en yakın zamanda Zofia Rizi Anı Evi ziyaret edilecek. Mangal partisiyle birlikte çocuklar çayırda yuvarlanmaya teşvik edilecek. Yolumuza çıksınlar diye özellikle Karaca Üretim Çifliği’ne gidilecek. Karlı günlerde de çok güzel olduğunu hayal ettiğim dokuyu görmek için konaklamalı ziyaret tercih edilecek.
Her anımız eğlenceli değildi. İçinde olduğumuz bu güzellikleri nasıl koruyabiliriz hakkında dertleştik amcayla. Zaten masa başında, projeli kağıtların üstünden alınan kararlar yüzünden atılıyor ya yanlış adımlar. Fidanlarda insan gibi, büyüyüp güçlenmesi için uzun yıllara ihtiyacı var. Ve ormanlar dekor değil hayat ortağımızdır…
Eski adı Adampol olan Polonezköy, İstanbul’un Beykoz ilçesinde yer almakta. Sanılanın aksine Karadeniz sahilinden 20 km; İstanbul‘un Boğaziçi kıyılarından ise 15 km uzaklıkla oldukça yakın.
Ulaşım
Kendi aracınızla gidebileceğiniz gibi belediye otobüsleriyle de ulaşmak mümkün.
İstanbul’un Avrupa yakasından yola çıkıp Fatih Sultan Mehmet Köprüsü‘nü geçtikten sonra, Kavacık sapağından, Kavacık mevkiini geçtikten 1 km. sonra sola dönüp Acarlar sitesinden sağa dönerek Polonezköy’e tabelaları izleyerek ulaşılıyor.
Detaylı bilgi ve tarihçe için;
http://tr.wikipedia.org/wiki/Polonezk%C3%B6y,_Beykoz