loading...
Son zamanlarda çeşitli konularda alışılmadık düzeyde anormal ve rahatsız edici şeyler yaşanıyor. Ancak tam ortasında hisettiğim bir konu var ki kendi kendime söyleneceğim; çocuk ölümleri, evlat kayıpları. Daha önce olmuyor muydu? Hep vardı, fakat şimdikiler benim de yaşım itibarıyle içime oturan, arkasından yaşanılanlarla insanı donduran, kendi hayatımı sorgulatan örneklerden. Hem ben şimdilerde insan olarak değil de anne olarak dertleşeceğim.
Çocukların da ölebileceğini küçücükken öğrenmiştim
İlkokulun başlarındaydım ve mahalledeki tek okula gidip gelirken yakın yaş grupları olarak birlikte yürürdük. Arkadaşlarımızdan biri aniden okula gelmemeye başladı. Hastalanmış, bize öyle söylemişti annesi. Belki bu sabah iyileşmiş olarak kalkar ve yine yol arkadaşı olur diye beklerken öğrendik ki hastalığına yenilmiş vefat etmişti. Duvara toslamam, gidenin bir daha asla gelmediği gerçek ölümle bu kadar yakından tanışmam çok ani olmuştu. Yıllar boyunca evlerinin önünden geçerken ağlamak geldi hep içimden. Anlamaya çalışıyordum acaba annesi ne hissediyordu, normal yaşamlarına devam ediyor gibi görünseler de benim her seferinde onların evinin tahtadan bahçe kapısına uzun uzun bakmam gibi onlar da oğlunun yaşıtı, önlüklü biz çocuklara bakıyorlar mıydı? Kocaman bir yumru oluşmuştu kalbimin olduğu yerde ve çok uzun zaman da onun ağırlığını taşıdım. Çocuklar da ölebiliyormuş dediğimde içimi bir de korku sarmıştı; ya ben de ailemi kaybedersem böyle ansızın. Üstünden çok yıllar geçmesine rağmen çocukların hayatına mal olan olayların talihsizlik/kaza diye tanımlanarak hiç ders çıkartılmadığını ve kaybetme ihtimallerine yenilerinin eklendiğini görüyorum.
Korkular öğretilir.
Yıllar içinde ailemi kaybetme korkusunu güç bela yenmiş birisi olarak özellikle şimdilerde telafisi olmayacak böyle ihmallerin aklıma düşmesiyle ya bizim de başımıza gelirse korku çukurunun kenarında yeniden dolaşmaya başladım.
Yarım kalanın arkasındaki feryatları ve alenin vurgun yemiş gibi görünen şaşkınlığını haberlerde izledikten sonra evcilik oynayan kuzuma şöyle bir saniye, sadece bir saniye baktım ve birdaha görememe ihtimalini düşündüm. Aman allahım kalbim duracak gibiydi, artık eski yerinde değildi. Ulu orta öyleydi, şöyleydi, olur böyle şeylerdi tarzında ahkam kesenlerin evladı varsa o duygu nereye gitmişti, eğer yoksa bilmediği bir bağ hakkında nasıl böyle yorumlar yapabilirdi?
Büyüklerin sorumsuzluğuyla, vurdum duymazlığı, egosu veya hırslarıyla güvensiz hale getirilen dünyada küçücük bedenlere yapılan haksızlıklar, vedalar. Her veda bir son gibi görünse de koparılan yaşam kaynaklarının ardından acılarıyla başbaşa kalan aileler için kabusun başlangıcı oluyor. Yasalar zaten bir acayip sanki terazi belirlemiyor da el yordamıyla canım nasıl isterse diyerek takılıyor, giden gitmiş bari arkadakini kurtaralım gibi görünüyor. Hep duyarız ya “bizim başımıza geldi, başkalarının başına gelmesin, canı yanmasın” diye feryat eder aileler. Tüm teraziler en küçüğü, savunmasızı korumaya odaklanmalı. Aslında vicdan, sorumluluk, merhamet yoksa gerisi zorlama.
Güven yoksa huzur da yoktur.
Çocuklar büyürken sağlıklı beslenmeye, giyime, oyuna ihtiyaç duydukları gibi en çokta güvende olduklarını bilmeye ihtiyaç duyarlar. Güven yoksa huzur da yoktur. Aslında aynı ihtiyaç yetişkinler için de geçerlidir. Kendine, ailene, insanlara, yasalara güvendiğinde yaşam zincirin tamam ve sağlamdır. Fakat neler oluyor, özellikle çocuklarımız için nereye gidiyor bu hayat demeden duramamak. Her kayıp haberinde önce yaşama hakkı elinden alınan küçük nefesleri düşünmek. Eminim çok korkmuştur onlar zaten çabucacık korkuyorlar, dibe doğru sürüklenirken tutunabilmek için ellerini çırpıştırmıştır, en mutlu oldukları anda bile ayakları yerden kesildiği saniyede o küçücük eller “sen beni tutsan da ben seni yine de tutuyorum” dercesine yapışıveriyor insanın her yerine, acaba en son ne geçmiştir akıllarından. Onları koruyamıyor oluşumuz ne büyük acizlik.
Bırakın yolları köprüleri, evleri, hanları hamamları. Çocuklarını ruhen ve bedenen koruyamayan bir sistemin içinde anne baba nereye kadar paronayak gibi davranıp tüm ihtimalleri bertaraf edebilir ki? Kaybeden ailelere üzülürken olanlara şahit kardeşler arkadaşlar ne yoğunlukta olumsuz etkileniyor. Kendi ilkokuldaki halimi hatırlıyorum ne çok ürkmüştüm ve için için sorgulamıştım ölümün kendisini, anlayamamıştım; kocaman insanlar nasıl kurtaramaz o incecik narin bedeni demiştim.
Bu aralar hep üzgünüm. Beni böyle görenler “çok içselleştiriyorsun olayları” diyorlar. Fakat anne olduktan sonra insanın sadece kendi hayatı değişmiyor tüm dünyaya bakışı değişiyor.
En basitinden; bir eşyasına zarar gelince içine oturduğunu tarif etmek için ‘evlat acısı gibi geldi’ dendiğine. Kulağımı tırmalayan benzetmeye karşılık ağzımdan çıkıveriyor uyarı ‘aman haaa evlat sahibi olduğunda anlarsın nasıl bir duygu olduğunu ve kaybetmenin şakasını bile tahammül edilemez olduğunu’. Bir sohbette arkadaşım anlatmıştı hem de öyle duygularını kolaca dışa vurmayan bir arkadaş. Sosyal medyada listesindeki biri (yetişkin) okula giden çocuğunun montu kaybolduğu için öfkeden mesaj olarak ‘montu alanın evladı ölsün’ diye yazmış. ‘görünce beynimden vurulmuşa döndüm bu kadar basit mi ya, kendi kızımı düşündüm bi tuhaf oldum’ ve dayanamayıp ‘bir monta karşılık bir çocuğun hayatı öyle mi’ diye yazdım dedi. İşte bu duygunun adı kendini karşıdakinin yerine koymak, empati kurmaktır. Evlatlar, yavrular için söylenenlerin şakası bile insanın yüreğine dokunur.
Bir yazı yazmıştım ‘çocuğa ölüm haberi nasıl verilir’ diye.
Peki bir anneye, babaya yavrusunu bir daha hiç göremeyeceği, koklayıp sarılamayağı haberi nasıl verilir? Düşmanıma bile dilemem. Kaza kılığındaki sorumsuzluklar, yasalardaki art niyetli insanların kullanımına açık delikler, kendi kaderine terkedilen yoklukla yanyana gelmeyecek hastalıklar, eşitsizlik, aç gözlülük, ön yargı ve vicdansızlıklar durdurulmak zorunda.
Kaç yaşında olursa olsun 5, 10, 15, 16, 18, 20, 30, 50 insan annesi/babası hayatta olduğu sürece o özel evlat olma ayrıcalığını yaşar. Anne de ömür boyu yavrusunun annesi olur. Çünkü annelik öyle birşeydir. Bebeği daha doğmadan başlar.
Bana kutsal anne çocuk bağıyla ilgili çok büyük birşey öğretmişti şahit olduğum son veda. Eşimin yaşlı ve çok hasta amcası vefat etmişti. Onun annesi yani büyükbabaannemiz son bir yüzünü görmek istiyorum demişti. 100 yaşına yakındı ve oğlunu o haliyle hatırlamasın diye kabul etmek istemedi diğer evlatlar fakat yaşlı kalp itirazları dinlemedi. Yüzü açılır açılmaz sicim gibi süzüldü gözlerinden yaşlar. Ben orada yüz yıllık kalbin bebeğini kucağına aldığı, ismini fısıldadığı, ilk adımı attığı, ağaç tepelerinde koşturduğu küçük oğlu için attığını gözlerimle gördüm. “Sizler ne kadar büyürseniz büyüyün bizim gözümüzde hep küçük olacaksınız” der babacım. Evet hala ailemizin biriciği, aç kalanı, tombulsak bile hep zayıf olanı, hala karanlıkta korkanı, hastalanınca anne çorbası arayanı, oyundan dizleri yaralı, 3-5 yaşındaki halleriyiz.
Her bir yetişkin tüm çocuklardan sorumlu olduğunu bilmeli. Toplum bilinci bu yönde oluşturulmalı. Ortamda çocuk varsa konuşurken, öfkelenirken, delirirken, yerken içerken hatta eğlenirken daha bir farklı olmalı, çeki düzen vermeli kendine. İçinden gelmiyorsa bile buna mecbur hissetmeli. Yoksa savunmasız bu küçük güzelliklerin yaralı büyüyen kimlikleri gelecekte nasıl sağlıklı hale gelecek.
İnsan yokluğa, çaresizliğe, korkulara, zorluklara, mutsuzluklara bittim benden bu kadar dese bile yavrusunun hatırı için katlanır. O küçük gözlere bakınca tekrar ayağa kalkar ve mücadeleye eskisinden de güçlü şekilde devam eder. Çocuk bu yüzden umuttur ve insan umudunu kaybetmez ise zaten şu hayatta herşeye sahiptir. Dünyamız mutlu çocuklarla güzel ve onları canımız gibi korumalıyız.
Yavrusu yanında olduğu için daima şükreden ama yavrusuyla vedalaşan tüm ailelerin üzüntüsünü içinde hisseden bir anneyim.